Aslında kırmızıyı hiç sevmem. O gün aşık oldum.
“Hayatı kaçırmışlığına üzül.” mesajı hayatımı karartmıştı. İki mevsim geçti aradan, yaza çıktık. Ama ben hala dipteydim. İş yerinde bin bir zahmetle edindiğim geçmiş zaman kredimi tükettiğimin de farkındaydım. Hangi patron ayrılık acısı çekiyor diye hımbıl hımbıl mesai dolduran, doldurmaktan ziyade öldüren çalışanına aylarca sabreder ki! Sağ olsun benim patronum kıymetimi biliyordu. Yine de sabrını çok zorlamasam iyi olacaktı. Fakat çaresizdim. Bedenim masada, koltukta, yatakta ya da klozetteydi; ama ruhum! Kendi girdabını yaratmış, orada dönüp duruyordu. Sürtünmesiz ortamda sonsuza kadar dönmeye niyetliydi sanki. Saçlarım dökülecek, gözlerim görmez, kulaklarım duymaz olacak, tenim pörsüyecekti ve ben orada yaşlanacaktım. Hatta döne döne ölecektim.
Keşke biraz mücadele gücüm olsaydı. Aksine kaçıyordum tüm zorluklardan. İyice takıntılı olmaya da başlamıştım. Çay höpürdetene, yüksek sesle konuşana, yürüyen merdivenin yürünecek kısmını kütük olup kapatana kıl oluyordum. Hele ağır parfüm kokusu öldürüyordu beni. Hesap kitap gerektiren faturalar önümdeyken masada etten heykeli oynadığım sırada işte o ağır parfüm kokusu çöktü üstüme. Bedenimi yormayıp kafamı biraz sağa, az biraz da yukarı çevirdim sadece. Tam “Bu ne koku!” diye köpürecektim ki; o an dalgasız denize döndüm. Ruhuma can üflendi sanki. Ruhuma bir el atıversin diye beklediğim Hızır bu olabilir miydi?
Ayağa fırladım, yedi aydır koala hayatı yaşayan ben değilmişim gibi. Ayakkabılarına baktım istemsiz. Yüzü gözü canıma can kattı ama ayakkabı takıntım vardı onun önüne geçemezdim. Ayakkabılarına bakarken de “İnşallah o klişe atasözünü söylemez” diye dua ettim. “Dost başa düşman ayağa bakar” atasözünden nefret ediyordum çünkü. Ömrüm ahmaklara bu atasözünün gerçek anlamını kavratmakla geçti. Bu sözün kafa ya da ayakkabıyla hiçbir alakasının olmadığını sabırla her birine anlattım. “Dost sevdiğinin zirvede olmasını arzular, düşman sevmediğini ayağa düşmesini ister, anlam bu!” deyip durdum.
Neyseki bu kötülüğü bana yapmadı; hatta ilk anda merhabadan başka hiçbir söz etmedi. Ayakkabılarına uzun uzun baktığımı fark etmesine rağmen…
“Makbuzları getirdim, nereye bırakayım?” diye sordu, “Çay içer misiniz?” diye sordum. “Olur” dedi, “Süper” dedim. Yüzü ayakkabılarının rengini aldı, ben utandım. Utansam da her kelime aralığında ayakkabılarına baktım. Kelime üstündeyken de yüzüne… Zerre miktar pudra değmemiş parlak yüzüne…
Düşündüm, “Bu zamanda güzelliğini makyaja borçlu olmayan kadın kaldı mı?” Varmış meğer, Allah ne güzeller yaratıyormuş. Şairinden hiç hazzetmem; ama “Eline sağlık Tanrım Leyla çok güzel olmuş” mısrasını dilimde döndürdüm sessizce. İşe daha iki saat önce başladığını, tanışmak için makbuzları özellikle elden getirdiğini anlatıyordu. Ben yüzünü anlamlandırıyordum. Sahi adı neydi?
_Zeynep.
Zeynep… Rengini güneşten almış saçların içimi aydınlattı. Dile gelip şiirler şarkılar okuyacakmış gibi bakan masmavi gözlerin hele… Derya ortasında pusulasını yitirmiş gönlümün “Kara göründü!” çığlığı oluverdi. Hızır olup yetiştin, dönüp durduğum girdaptan çekip aldın beni, elimden tutup zift karası kuyulardan çıkardın. Hızır’ım oldun.
Aslında kırmızıyı hiç sevmezdim. Ayakkabılarına renk olana dek. Ayakkabıda kırmızıya, kırmızıda sana aşık oldum.
Sen, kırmızı pabuçlu Hızır’ım oldun.