Ortaçağın mahir elleri özene bezene biraz minik, epey sevimli bir şehir kurmuş Adriyatik’in dibine. Adına Ragusa demişler. Dar sokaklara kirli beyaz taşlarla sağlı sollu evler, ibadethaneler, ticarethaneler kurmuşlar. Taş yapılı sokakları balık kılçığı modeliyle bataklığın üzerine kurdukları geniş caddeye bağlamışlar. Caddeyi de büyük bir meydana… Özgürlük Meydanı demişler oraya. Özgürlüğü temsilen bir Fransız şövalyesinin heykelini dikmişler meydana. Özgürlüğe âşıkmışlar çünkü. Öyle ki kalın surlarla çevirdikleri taş yapılı şehrin her bir yanına Latince ‘Non bene pro toto libertas venditur auro’ diye kazımışlar. Yani ‘Dünyanın bütün altınları için bile özgürlük feda edilmez’ demişler. Hatta özgürlüklerini kaybetmemek uğruna yükselme devrini yaşayan Osmanlı Devleti’ne yıllık 120 bin altın vergi vermeyi kabul etmişler. Bu anlayışla tarihe ‘Dubrovnik Cumhuriyeti’ notunu düşmüşler. Biz de ömür günlüğüne Balkan coğrafyasında Akdeniz sıcağı ve sıcaklığını barındıran Dubrovnik’e dair notlar düşmek üzere yola koyulduk. Cepte vize derdi olmayan bir pasaportla çantayı sırtlayıp Hırvatistan’da, Adriyatik’in berrak suyunun hemen kıyısında tarihe, kültüre, medeniyete ve estetiğe doğru hazzı tarifsiz bir yolculuğa çıktık.
Pronto Tour’un Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Karadağ’ı kapsayan Balkan turunun sadece bir adımıydı Dubrovnik. Bu nedenle Dubrovnik seyahatimiz Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’dan başladı. ‘Yok ben sağa sola uğramadan gitmek isterim.’ diyenler için Pronto Tour ve Türk Hava Yolları işbirliğiyle haziran ayından itibaren Dubrovnik’e direkt uçuşların başlayacağını belirtelim hemen. Bosna-Hersek üzerinden bu tarihi şehre ulaşmanın tadı apayrı tabii. 1990’lı yılların başındaki savaşın hoyratlığını duvarlara kazıyan Çetnik kurşunlarına inat her adımında Osmanlı izlerini taşıyan Saraybosna’dan yola çıkıyoruz. Yaklaşık iki saatlik nehir manzaralı yolculuğun ardından Mostar karşılıyor bizi. Duvarlarda yine savaşın hüznü… Az ileride Mostar Köprüsü… Bir köşesinde ‘Don’t forget 1993 (1993’ü unutma)’ yazılı taş duran köprünün üstünde kendini 25 metre yüksekten Neretva Nehri’nin soğuk sularına bırakmak üzere hazırlanan Mostarlı bir genç… Onun zihni kendisine zarar vermeden suya nasıl dalacağıyla meşgul, bizimkiyse Hırvat bombasının vurduğu Mostar Köprüsü’yle birlikte aynı suya gömülen tarihle, medeniyetle, insanlıkla… Mostar’ın taş yapılarına, tarihine, insanına selam verdikten sonra Hırvatistan sınırına doğru yolculuğumuza devam ediyoruz. Neretva Nehri’nin deltasında bereketli toprakları izlerken sınıra varmışız bile. Hırvatistan, Türk vatandaşlarından vize istemiyor. Haliyle sınırdan zaman kaybetmeden, kolaylıkla geçiyoruz. Hırvatistan topraklarındayız ama Dubrovnik’e varmak için yine Bosna-Hersek sınırlarına girmek zorundayız. Garip ama öyle. Bosna-Hersek’in tabiri caizse ayağını denize sokacak kadar bir toprağı var Adriyatik kıyısında. Neum adlı bu yerleşim merkezi, Hırvatistan’ı ikiye bölmüş durumda. Hatta işin ilginç yanı Bosnalılar da Neum’a gitmek için Hırvatistan sınırından geçmek zorundalar. Çünkü Bosna’dan Neum’a bölge dağlık olduğu için direkt geçiş yok. Bir kez daha Bosna-Hersek’e girip çıkıyoruz. Yaklaşık yarım saat sonra Dubrovnik’teyiz.
UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan bir zamanların Dubrovnik Cumhuriyeti’ne hendekli Ploce Kapısı’ndan giriyoruz. Şehrin içine doğru ilerlerken yüzyıllar öncesine doğru yolculuğumuz da başlıyor. Stradun Caddesi’ndeyiz. Modernizmle tarihin, dünle bugünün tavizsiz buluşmasına tanık oluyoruz. Küçük şehrin sakinleri, evlerin camlarından sarkan çamaşırlar, saksıda rengarenk çiçekler, katedralden yükselen ibadet sesleri… Kafelerde oturan, caddeyi turlayan turistler… Meydana doğru caddeyi adımlarken sağlı sollu dükkanlara dikkat kesiliyoruz. Satılan markalar, ürünler değil dikkatimizi celbeden, hiçbirinin tabelasının olmaması. Evet, koca caddede bir tane tabela yok! Sadece camlarda dükkan isimleri ya da satılan ürünlerin markaları bulunuyor. Yani dokuyu koruma adına taş binalara tek çivi çakmamışlar.
Dalmaçya’nın küçük İtalya’sı
Bir Akdeniz havası var bu şehirde. Küçük ve tarihi bir İtalya şehri sanki. Sakinleri kendi halinde… Turistler umurlarında değil. Etrafta sağınızdan solunuzdan çekiştiren satıcılar yok. Aksine hoş bir esnaflık anlayışı var. Öyle ki bir dükkandan şapka almak için dolar uzattığımız kadın satıcının, sadece Hırvat Kunası kabul ettiğini; ama şapkayı alıp parasını daha sonra getirebileceğimizi söyleyecek kadar… Bu arada caddenin hemen başındaki dondurmacıya uğrarsanız Makedonya Arnavutlarından Lirko’yla tanışabilirsiniz. Türk olduğunuzu öğrenince size muhtemelen ‘Aci Hayat’ deyip Mehmet Kosovalı’dan bahsedecektir. Hani şu Kenan İmirzalıoğlu’nun Acı Hayat adlı dizide oynadığı karakterden.
Stradun Caddesi’nin sonunda şehrin meydanı bulunuyor. Meydanda yükselen Fransız şövalyesi Orlando’nun heykeli, Dubrovnik halkının özgürlüğe düşkünlüğünü temsil ediyor. Orlando’ya verilen önem sadece heykelinin dikilmesiyle kalmamış tabii. Eski Dubrovnikliler, Orlando’nun dirseği ve el kemikleri arasındaki uzunluğu ölçü birimi olarak kullanmışlar. Hatta bu uzunluğu Orlando’nun heykelinin hemen önündeki taşa çizmişler. Meydandan ayrılıp Stradun Caddesi’ni sağlı sollu kesen sokaklara giriyoruz. Sokaklar şehrin surlarına uzanan dar ve dik merdivenlerle dolu. Ortaçağ filmi çekilen doğal bir plato gibi sanki. Tarihe, hayallere kapılmamak ne mümkün. Sanki köşeden bir şövalye çıkacakmış gibi… Ya da hoş kıyafetiyle bir saray hanımefendisi… Ama bu sokaklar hayallere sürüklediği gibi bir yandan da gerçekle yüzleştiriyor insanı. Meydandaki pazardan alışverişini yapmış, elinde poşetlerle evine giden kadınlar, okula giden çocuklar, müzik okulundan gelen keman sesi ya da köşe başına attıkları sandalyelerde muhabbet eden amcalar tutup çekiyor hayal âleminden. Sıyrılmışken sokak arası hayallerden, surları gezerek yenilerine dalmak mümkün. Şehri çevreleyen duvarları baştan sona adımlamak yaklaşık iki saat alıyor. Uzun ve yorucu gibi görünse de o müthiş manzara için değer. Kirli beyaz renkli taş yapıların kiremit çatıları, katedrallerin, yönetim binalarının kubbeleri, kuleler ve Adriyatik’in uçsuz bucaksız maviliği… Şehri tepeden izlerken ilginç bir farklılık göze çarpıyor. Kiremitlerin rengi. Bazıları kıpkırmızı, az bir kısmı soluk…
Meğer Hırvatistan’ın 1991’de Yugoslavya’dan ayrılışı sırasında çıkan iç savaşta, Sırplar sırf tarihi yok etmek, Hırvatlara manevi anlamda zarar vermek için eski Dubrovnik’i bombalamış. O kıpkırmızı kiremitli binalar, savaş sonrası aslına uygun olarak yapılmış. Bu kadar güzelliği barındıran bir şehrin çok değil 17 yıl önce savaştan nasibini almış olması üzücü. Tabii bu kadar kısa sürede, savaşın izlerinin sanki hiç yaşanmamış gibi silinmiş olması da şaşırtıcı. Belki de şehirde yaşayanların atalarından devraldıkları özgürlük ve özgünlük anlayışından kaynaklanıyordur.
Dubrovnikliler özgürlüklerine düşkün oldukları kadar sağlık ve toplumsal refaha da büyük önem verirlermiş. Salgın hastalıklardan korunmak için şehre gelen yabancıları iki hafta boyunca surların dışında kurdukları karantina hastanesinde bekletirlermiş. Hatta yolu buralara düşen Evliya Çelebi’yi de bu hastanede bekletmek istemişler. Fakat Evliya Çelebi, burada zaman kaybetmek istemeyip yoluna devam etmiş. Bu nedenle Seyahatname’sinde Dubrovnik’in surların içinde kalan bölümünden bahsetmemiş. Dubrovniklilerin sağlığa verdiği önem bununla da sınırlı değil. Dünyanın en eski üç eczanesinden biri burada bulunuyor. Tarihî eczanede, orijinal ilaç şişeleri hâlâ raflarda duruyor. O döneme ait reçete ve kitaplar sergileniyor.
29/05/2009
ZAMAN GAZETESİ